23 Ocak 2017 Pazartesi



MUNZUR’DA KAMULAŞTIRMA
13 Ocak 2017 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan bir Bakanlar Kurulu Kararı;
“Tunceli ve Kocaeli illerinde tesis edilecek santrallerin yapımı amacıyla ekli listelerde bulundukları yer ile ada ve parsel numaraları belirtilen taşınmazların tapuda Hazine adına tescil edilmek üzere Maliye Bakanlığı tarafından acele kamulaştırılması; adı geçen Bakanlığın 16/11/2016 tarihli ve 31584 yazısı üzerine, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27nci maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca 28/11/2016 tarihinde kararlaştırılmıştır.”
Diyor.
Kararname Eki olarak “Konaktepe Barajı ve HES I-II” başlıklı “I SAYILI LİSTE” Tunceli – Ovacık ilçesine bağlı Akyayık, Aşağı Torunoba, Çemberlitaş, Güneykonak, Konaklar, Pulur, Sarıtosun, Yaylagünü ve Yoncalı mahalle ve köylerinin yerleşim alanları dâhil, neredeyse tamamını kapsayan beşyüze yakın parsel numarası anılıyor.
NEDEN MUNZUR İÇİN YAZIYORUM?
Gerek mesleki, gerekse (turistik gezi vb) özel nedenlerle Türkiye’nin doğal güzelliğe sahip birçok alanını gördüm. Munzur Vadisi benim için en güzeli sözü biraz iddialı olsa da, kesinlikle ilk üçe girer. Bu güzelliği anlatabilmek için, başarılı bir edebi dil kullanmalı ki; bu konuda başarılı değilimdir. Munzur’la ilgili asıl yazma nedenim de doğal güzelliğinin eşsizliği değil.
Munzur vadisi ile 1986 yılında bölgede görev yapan bir meslektaşımı ziyaret için gittiğimde tanıştım. Daha sonra, gerek mesleki- teknik nedenlerle, gerekse gezi amacıyla yaklaşık on sefer vadiyi gezdim.
Bunlardan ikisi de 11-12 Haziran 2002 ve 16/19 Temmuz 2002 tarihlerinde Konaktepe Barajı ve HES I ve II ile ilgili ÇED hazırlamakla görevli ekibin, orman mühendisi teknik elemanı olmam nedeniyleydi. 2002 yılındaki bu seyahatlerimde, bir yandan Munzur vadisi orman ekosistemi ile ilgili çok kıymetli teknik gözlem ve tespitler yaparken, Konaktepe HES projesi ile ilgili de bilgi sahibi oldum. Ancak DSİ, ÇED hazırlama sürecinde, projenin ÇED mevzuatının yürürlüğünden önce yapıldığı gerekçesiyle, kapsam dışı olduğunu iddia ederek, hazırlanan ÇED raporlarını teslim almadı(Bu süreçte ön/taslak raporlar teslim edilmişti.) 
Son olarak Temmuz 2015 ve Haziran 2016’da, Dersim Dernekleri Federasyonu (DEDEF) daveti ile bölgeye gittim. Bu son seyahatlerimin amacı, DSİ tarafından Munzur Çayı’nı besleyen Havaçor ve Kızık derelerinde sulama ve dere ıslahı amacıyla yapıldığı iddia edilen projeydi.
Burada belirttiğim nedenlerle Munzur vadisi ile ilgili sahip olduğum bilgilerle, 13 Ocak 2017 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan bir Bakanlar Kurulu Kararı’na ait görüşlerimi, bir kere daha konuya ilgi göstereceğini umduğum kişilerle paylaşmayı düşünerek bu yazıyı kaleme aldım.
KONAKTEPE HES PROJESİ VE PROJE ALANI ORMAN EKOSİSTEMİNİN ÖZELLİKLERİ
HES projeleri genellikle bir baraj dolgu alanı ve bunun arkasında oluşan baraj gölünün kapladığı alan olarak algılanıyor. Oysa sıkça tartışılan ve baraj gölünün akış aşağı kısmında kalan ekosistemlerin su gereksinimi için bırakılacak “can suyu” tabir edilen su miktarına bağlı olarak, baraj gölünün akış aşağı kısmındaki ekosistemler de bu gibi projelerden çok fazla etkilenmektedir.
Bununla birlikte, 2002’deki ÇED sürecinde proje son halini alıp kesinleşmediğinden (Malzeme alım noktaları, E.N.H. ve tünel-kondüvi güzergâhları, şantiye alanı v.b. son halini almadığından) baraj gövdesinden akış aşağı kısmındaki etkilere ait ayrıntılı bir çalışma yapılamamıştır. Ancak bilinen alternatif projelere göre HES I ve II, baraj gövdesinden yaklaşık 18⁓20 km akış aşağı kısmındadır. Son yayınlanan Bakanlar Kurulu kararındaki kamulaştırma alanları da incelendiğinde, bu alanların tamamının, yalnızca baraj gölünün kapladığı alanlar olduğu görülüyor. Öyleyse proje hala kesinleşmemiş ve baraj gövdesinden HES noktalarına kadar olan alandaki etkilerinin ne olacağına dair de şu anda kesin şeyler söylemek zor görünüyor. Ancak baraj gövdesinden akış aşağı yaklaşık 18⁓20 km alanda da uygulama yapılacağı açıkça belli ve bu uygulamanın çevresel etkilerinin ortaya çıkması kaçınılmaz.
Bununla birlikte; Munzur Çayı’nı besleyen Havaçor ve Kızık derelerinde sulama ve dere ıslahı amacıyla yapıldığı iddia edilen proje ile ilgili Temmuz 2015 ve Haziran 2016’da bölgeye yaptığım ziyaretlerde, DSİ yetkilileriyle de resmi olmayan görüşmeler yaptık. Bu görüşmelerde DSİ yetkilileri, dere ıslahı projelerinin bir amacının da, Konaktepe barajının derelerin taşıdığı rusubat / alüvyon ile dolmasını önlemek olduğunu ifade ettiler. Bu aslında dere ıslahı projelerinin de Konaktepe projesinin tamamlayıcı parçaları olduğunun ifadesiydi. Öyleyse, bu proje ile Konaktepe baraj gölünün memba (kaynak- akış yukarı) yönünde yaklaşık bitim noktası olan Ovacık ilçe merkezinden yukarı doğru da toplam yaklaşık 45 km boyunca Yatak Tanzimi, Kaya Tahkimatlı Kum Çakıl Sedde Yapılması (Toplam : 44.354 m.) amacıyla dere yataklarında, 20–30m genişliğinde ve 2-5m derinliğinde kazı ve dolgu yapılarak dere vejetasyonu tamamen tahrip edilecektir.
Baraj gövdesi ile HES arası 20 km + baraj gölü 25 km + dere ıslahı 45 km olmak üzere Munzur nehri ve besleyen dereler üzerinde toplam 90 km boyunca doğal ekosistem bu projeden doğrudan etkilenecek demektir.
Projeden doğrudan etkilenecek alanın doğal ekosistem özelliklerine gelince:
Proje nedeniyle baraj gölü altında kalacak olan, kamulaştırmaya konu beşyüze yakın parselden oluşan tarım alanları dışında, orman ve orman sayılan alanlar toplamı 809ha.dır. Bu 809 ha orman alanının neredeyse tamamı, Munzur Vadisi Milli Parkı sınırları içinde kalmaktadır.
Ayrıca, baraj gövdesinin birkaç km. akış aşağı kısmından HES noktasına kadar olan bölüm 3167 sayılı Kara Avcılığı Kanunu’na göre “Tunceli-Ovacık Munzur Vadisi Yaban Hayatı Koruma Sahası” içinde kalmaktadır.
Baraj gölünün memba yönünde bitim noktasından 4-5 km memba (batı) yönünde, Yeşilyazı köyü yakınında, Havaçor deresi ile Munzur çayının birleşme noktasında yaklaşık 3 hektar büyüklüğünde bir Huş (Betula  sp.) meşçeresi bulunmaktadır. Bu meşçere, dünya botanik/ ormancılık literatürüne geçmiş, Huş ağacının dünyada en güneyde orman kuruluşu oluşturduğu alandır.
Baraj gölünün doğrudan altında kalacak alanlardan olan, Mercan deresi ile Munzur çayının birleşme noktası ile baraj gövdesi arasındaki dere boyu meşçerelerinde; Ilgın (Tamarix sp.) kümeleri ve münferit Huş (Betula  sp.) bireyleri bazı noktalarda yan yana bulunmaktadır.
Dünya florası özgün türlerde karakterize olan farklı flora bölgelerine ayrılmıştır. Türkiye üç değişik flora bölgesinin kesiştiği bir alanda yer almaktadır. Aynı bölgede farklı flora bölgelerine ait türlerin yakın oranlarda bulunması, o bölgenin bitki gen kaynakları bakımından zenginliğinin göstergelerinden birisidir. Türkiye’deki flora bölgeleri aşağıdaki gibidir:
 Akdeniz Bölgesi: Tüm Akdeniz Havzasında yayılış gösteren türleri ifade eder. Türkiye’nin batı ve güney kısımları bu bölgeye aittir.
Avrupa-Sibirya Bölgesi: Orta Avrupa’dan başlayıp Sibirya’ya kadar uzanan bölgedir. Türkiye’nin Karadeniz Bölgesi bu flora bölgesi içinde yer almaktadır.
İran-Turan Bölgesi: İç Anadolu’dan başlayıp Orta Asya’ya kadar uzanan bölgedir. Türkiye’nin Doğu, Güneydoğu ve İç Anadolu bölgeleri bu flora bölgesi içinde yer almaktadır.
Yukarıda anılan türlerden Ilgın (Tamarix sp.) Akdeniz Bölgesi ağacıyken, Huş (Betula  sp.) Avrupa-Sibirya Bölgesi ağacıdır. Bu iki tür, Munzur vadisi dışında dünyanın başka hiçbir yerinde yan yana görülemez.
Ayrıca, yalnızca baraj gölünün kaplayacağı alanda tarafımdan belirlenen odunsu gövde yapan(fanerofit) bitki türü sayısı 38 adettir. Bunların yanında tarafımdan örneklerine ulaşılamamış, ancak proje alanında daha önce bitki sistematiği araştırmaları yapmış olan Ş.Yıldırımlı ve arkadaşlarının bulgularına göre, baraj gölü alanında bulunan odunsu (fanerofit) bitki türü sayısı da 12 dir. Yani yalnızca baraj gölünün kaplayacağı alanda toplam 50 farklı türde odunsu gövde yapan(fanerofit) bitki türü doğal olarak yayılış göstermektedir. Bu sayıya otsu (tek yıllık) bitkiler dâhil değildir. Alanda yapılan bitki sistematiği araştırmalarından bilinmektedir ki, bölgedeki otsu bitkilerin tür çeşitliliği, odunsu gövde yapanlarla karşılaştırılamayacak kadar zengindir ve henüz tanımlanmamış yeni türlerin var olma olasılığı çok yüksektir.
Bununla birlikte, proje alanı İran-Turan flora bölgesinde yer almaktadır. Yukarıda anılan 50 fanerofit türün 15 tanesi İran-Turan bölgesine ait türler değildir ve 4 tür endemiktir. Bir başka ifadeyle (yukarıda anılan Huş – Ilgın örneğinde olduğu gibi), dünyadaki 3 farklı flora bölgesine ait bu türlerin doğal yayılışla bir arada bulunması hali, dünyada nadir olarak karşılaşılacak bir durumdur.
KONAKTEPE HES PROJESİNİN DOĞAL EKOSİSTEM ÜZERİNDE OLUŞTURACAĞI ETKİLER
Aynı bölgede farklı flora bölgelerine ait türlerin yakın oranlarda bulunması, o bölgenin bitki gen kaynakları bakımından zenginliğinin göstergelerinden birisidir.
Doğrudan baraj gölünün altında kalarak yok olacak dere boyu vejetasyonu, dünyanın 3 farklı flora bölgesine ait odunsu gövde yapan(fanerofit), en az 50 türü barındırmaktadır. Bu türlerin yaklaşık 1/3’ü Munzur vadisinin de içinde bulunduğu İran-Turan bölgesine ait olmayan türlerdir (Akdeniz ve Sibirya bitkileridir). Dünyada nadir olarak karşılaşılacak bu bir arada bulunma hali projenin uygulanması halinde yok olacaktır. Ancak bunlardan Sibirya bitkisi olan Huş ile Akdeniz bitkisi olan Ilgın’ın doğal olarak yan yana yetişmiş olması hali dünyanın başka hiçbir yerinde görülmeyen- görülemeyecek bir durumdur. Projenin uygulanması halinde, dünyadaki tek örnek olan bu durum yok olacaktır.
Projenin tamamlayıcı parçalarından olan Havaçor ve Kızık dereleri ıslah projesi, Havaçor deresi ile Munzur çayının birleşme noktasından başlayıp, memba yönünde iki derede toplam yaklaşık 45 km devam etmektedir. Bu projeye göre, anılan dere yataklarında yaklaşık 45 km boyunca, 20–30m genişliğinde ve 2-5m derinliğinde kazı ve dolgu yapılarak dere vejetasyonu tamamen tahrip edilecektir. Dere yatağı üzerinde yapılacak kazı ve dolgulardan etkilenecek en önemli bitki ekosistemi yukarıdaki bölümde değinilen, Munzur ve Havaçor çayları birleşme alanında Yeşilyazı köyü civarında bulunan Huş meşceresi olacaktır. Bu meşcerenin göreceği zarar, yerel ekolojik bir değer kaybı olmakla beraber, dünya ormancılık ve botanik literatürüne geçmiş, huş ağacının dünyada en güneyde doğal meşcere kuruluşu yaptığı nokta olması nedeniyle yaşanacak kayıptır.
Burada mesleki bilgim nedeniyle, yalnızca projeden etkilenecek orman ekosistemi ve onun asli unsurlarından olan ağaç, ağaççık ve çalıları kapsayan odunsu gövde yapan (fanerofit) türlerin projenin uygulanması halinde göreceği zarara değinilmiştir.
Mesleki alnım dışında kalmakla beraber,  başta yöre halkının Munzur çayına yüklediği kutsal değer olmak üzere, orman ekosistemi dışında kalan doğal ve yabanıl alanlar –ekosistemlerinde göreceği geri dönülemez zararlara burada değinilmemiştir.
Besim SERTOK. Orman Müh.
0533 223 63 93



21 Ocak 2014 Salı

HARFLER, RAKAMLAR KARMAŞASINDA “6831”, “2”, “B”, “6292”NİN ANLAMI



HARFLER, RAKAMLAR KARMAŞASINDA
“6831”, “2”, “B”, “6292”NİN ANLAMI

6292 sayılı yasanın uygulanması süreci, 2B konusunda yaşanan yeni sürecin olası etkileri
1976 yılında Orman Fakültesi’ne başladığımdan bu yana ömrüm 2B tartışmalarıyla geçti dersem, abartı sayılmaz sanırım. Başlarda böyle önemli bir sorunu, toplumun gündeminde yeterince üst sıralara taşıyamıyoruz diyerek, ormancılar olarak hayıflanırdık. 2000’li yıllara gelindiğinde, “ormancılığımızın en önemli sorunu nedir?” diyerek kime sorsanız, hemen herkes “2B” diyerek cevap verir oldu. Ancak bu sefer de, sorunun kavranış ve ele alınışındaki yaklaşım yanlışlıkları, sorunun diğer ormancılık sorunlarıyla ilişkisinin yeterince kavranamamış olması ve ormanların yalnızca bir arazi parçası olarak ele alınıyor olması, bizleri rahatsız eder oldu. İtiraf etmek gerekir ki ben de bu sorunun tartışılması gereken boyutlarının ne kadar çok olduğunu bu süreçte kavradım. 2b’nin tartışılması gereken boyutları;
Arazilerin, ekolojik koşulların gerektiği gibi kullanılmasının planlaması; kamu arazilerinin özelleştirilmesi; “orman”, özellikle de “devlet ormanı” sayılan yerlerin daraltılması;  kırsal çevre sorunları;  ormancılık teknikleri ve politikaları; bitkisel üretim ve hayvancılık; şehircilik; kentsel çevre sorunları; hukuk, özellikle de anayasa hukuku; toplumsal ve kültürel yapılar ve dönüşümler; siyasal amaçlar ve sonuç …, diyerek uzatılarak sıralanabilir.
2000’li yılların başlarında sorun, 2b arazilerinin satışını amaçlayan yasa değişikliği girişimiyle başladı.  4706 sayılı yasa, 2002 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Bu nedenle, hükümet de bu kez Anayasanın söz konusu iptal kararına dayanak olan 169 ve 170. maddelerinde değişiklik yapmaya yöneldi. Ancak, bu girişim kamuoyunda yoğun tepkilere yol açmasıyla, 4841 sayılı yasa Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanmayarak TBMM’ye geri gönderildi.
2000’li yılların başından bugüne herhangi bir yeri “orman” saymayarak kullananlara ve ormancılık dışı amaçlarla kullanacak olanlara bırakılması ve/veya verilmesi girişimleri, başlı başına bir çalışma konusu olacak kadar çoğalmış durumda. Ancak 2b özelinde; 15 Ocak 2009 tarihinde çıkarılan 5831 sayılı Tapu Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun bugün tartıştığımız ve 2b’lerin satışına olanak tanıyan 6292 sayılı yasanın uygulanmasının altlığını oluşturdu.
6292 sayılı yasanın anafikrini anlamak için bir alıntı yeterli:
Yasanın 6. maddesinin 1. fıkrasına göre; yalnızca “…31/12/2011 tarihinden önce kullanıcısı ve/veya üzerindeki muhdesatın sahibi olarak gösterilen kişilerden bu taşınmazları satın almak için süresi içerisinde idareye başvuran ve idarece tespit edilen satış bedelini itiraz ve dava konusu etmeksizin kabul edenler… “2b arazilerini” satın almada hak sahibi sayılabilecek. Aynı maddenin 13. fıkrasına göre ise, “hak sahibi” sayılabilenler; “…idarenin teklifini kabul etmeyenler doğrudan satış hakkından yararlanamazlar, başkaca talepte bulunamazlar, hak ve tazminat talep edemezler ve dava… açamayacaktır. Çok açıktır ki herhangi bir yolla edinebildiği “2b arazi” üzerinde başını sokabilecek bir yuvaya sahip olabilmiş ve/veya ailesini ancak geçindirebilecek denli tarım yapabilecek yoksul yurttaşlar “idarenin” vereceği fiyatı ödeyemeyecek; dolayısıyla,  yıllarca kullandıkları arazileri de parası olanlar satın alabilecektir. Kısacası; “2b arazilerin” satışında da yalnızca “parası olanlar düdüğü çalabilecektir.”
6292 sayılı yasa ile ilgili olarak gözden kaçan bir önemli nokta; 2b’lerle ilgili getirdiği düzenlemeden daha önemli olarak, “2a”lar ile ilgili düzenlemelerdir. Bu düzenleme ile yanlıca 2b’ler değil, orman vasfını kaybetmese de, “orman olarak muhafazasında yarar yoktur” denilerek tüm ormanlar satılabilecektir.
2B ARAZİLERİNİN” SATILMASININ BİR ORMAN VE/VEYA ORMANCILIK SORUNU OLMAKTAN ÇOK BİR YENİDEN BÖLÜŞÜM, KAMUSAL VARLIKLARININ SERMAYE BİRİKİMİNE SUNULMASI SORUNU
2b sorunu 2000’li yıllarda ya da 1961 anayasasıyla başlamadı, cumhuriyet tarihimiz boyunca hatta insanlık tarihi boyunca yaşanan bir sorun. Sorun elbette tarih boyunca bugün ifade ettiğimiz harfler ve rakamlarla ifade edilmiyordu. Ancak ormanların ya da kamusal doğal varlıkların metalaştırılması, bugünkü haliyle sermaye birikimine sunulması sorunu neredeyse insanlık tarihiyle yaşıt. Elbette milattan önce Mezopotamya’da ticaret amacı taşımayan geçim/yaşama amaçlı tarımın yapıldığı dönem hariç.
Tarih boyunca insan, doğal/yabanıl varlıklardan çeşitli biçimlerde yararlandığı gibi, aynı zamanda insan yerleşimleri de doğal alanlar üzerinde gerçekleşmiştir. İnsan toplayıcılık, avcılık evresini geçip yerleşmeye başladığında, tarihsel olarak öncelikle orman içinde ya da yakınında yerleşilmiştir. Orman içine ya da yakınına yerleşmelerin nedeni, sığınma, av hayvanı ya da ürün toplama gibi besin kaynaklarına yakın olma, ateş/enerji kaynağı olarak odun hammaddesine yakın olma gibi, kullanım değerlerine kolay ulaşabilme, en az emek aracılığıyla kullanım değeri olan şeyleri edinebilme amacından kaynaklanmaktaydı. “Sonra ne oldu?” Sonra, devletler ortaya çıktı, ardından da; devletlerarası ve devletlerin kendi “içindeki insanların, sınıfların, grupların birbirleriyle çatışmaları. Tarih içerisinde, faydalı şeylerin kullanımı, kullanım amaçlı üretim, ardından değişim ve değişim amaçlı üretimin ortaya çıkması, insanın doğa üzerindeki etkisini de belirleyen süreçler olmuş. Şeylerin çeşitli yönlerini ve dolayısıyla farklı kullanım şekillerini bulup ortaya çıkarmak tarihin işidir.
Öyle ise tartıştığımız 2b sorununu da daha iyi kavrayabilmek için tarihsel yanıyla ele almamız gerekecek. Ele aldığımız sorun “orman vasfını kaybetme” ya da “ormancılık amacı dışında kullanım” gibi kavramlara oturduğu için, öncelikle ormanın ne olduğun bir kez daha ele almakta yarar var.
Orman nedir?
Herkes ormanın ne olduğunu bilir... Ancak ormanın ne olduğu; kimin, nereden, ne amaçla baktığına göre değişmektedir.
Yücel Çağlar’ göre;
                   “Ormanlar birbirleriyle, yönü ve şiddeti zaman ve ortama göre değişebilen ilişkiler içinde bulunan, sonsuz sayıda alt sistemden oluşmuş, canlı sistemlerdir!
                   Ormanlar, varlığı ve yokluğu ile nitelik ve niceliği cins, tür, sınıf ayrımı yapmaksızın, tüm canlıları etkileyebilen varlıklardır!
                   Ormanlar doğrudan ve dolaylı etkileri, doğrudan ve dolaylı olarak etkilenmesi herhangi bir mülkiyet biçimi ve sınırıyla sınırlandırılamayan oluşumlardır!
                   Dolayısıyla, ormanlar, tüm canlıların ve bu arada da tüm insanların “ortak” varlıklarıdır.”
“Orman ekosistemleri, doğa denilen dinamik bütünü oluşturan öğelerin yalnızca birisidir.” Doğayı oluşturan diğer öğelerden üstün ve öncelikli bir konumu yoktur. Yani orman ekosistemi ancak doğanın diğer öğeleriyle birlikte var olabilmektedir. Orman doğanın diğer öğeleri ile birlikte var olabilen ve onlardan bir üstünlüğü ve önceliği yok ise, doğa bütününden ayrı ele alınmamalıdır.
Doğanın yani doğal ve yabanıl alanların yönetimi söz konusu olduğunda, hukuksal düzenlemeler devreye giriyor.  Yönetsel bakımdan yapılan hukuksal düzenlemeler ise, her alanda olduğu gibi, doğal ve yabanıl alanlara da büyüme ve kalkınma bakış açısıyla yaklaşıyorlar. Üstelik Türkiye’de doğal ve yabanıl alanlarla ilgili hukuksal düzenlemelere uyulmaması halinde genellikle bir yaptırımı yok.  Bu genel durumun Türkiye’de bir istisnası bulunuyor; ormancılıkla ilgili yasal düzenlemeler ve bugünkü haliyle, 6831 sayılı Orman Kanunu.
6831 sayılı Orman Kanunu, bu yasaya uyulmaması halinde ne yapılacağını, (hangi yasal yaptırımların, hangi cezaların uygulanacağını) ilgili diğer yasal düzenlemelere göre çok açık olarak tanımlamaktadır. Bu yasa yapılacakların hangi kurumsal yapı, kim ya da kimler tarafından (OGM ve taşra teşkilatında görevli yöneticiler) uygulanacağını da açıkça tanımlamakta, hatta tanımladığı kurum ya da kişileri görevlendirmekte ve görevlerini yapmamaları halinde, bu kişilere uygulanacak yaptırımları dahi belirtmektedir. Bu kurumların ve çalışanlarının görevlerini yapabilmesi amacıyla ilgili yasal düzenlemeler de bulunmaktadır. OGM, ordu, polis ve gümrük muhafaza kurumları ile birlikte, kendine ait silahlı kolluk kuvveti bulunduran ender kurumlardan birisidir.
6831 sayılı Orman Kanunu ve OGM’nin bu farklılığı/ üstünlüğü, Türkiye’de ormanın da, doğanın diğer öğelerinden daha üstün şekilde algılanmasına neden olmaktadır. Bu durum uygulamada “bir doğal ve yabanıl alan, orman ise korunur, orman değil ise korumaya değmez” şeklinde bir algıya neden olmaktadır. Bu algıya bağlı olarak, korunması amaçlanmayan alanlar için 2/B sorununda olduğu gibi, “orman vasfını yitirmiştir” ifadesinin gerekçeleri türetilmeye çalışılmaktadır. Yönetim birimlerindeki bu algı, toplumda da bir yeri korumak için orman olduğunu kanıtlama gereksinimini ortaya çıkarmış ve bunun sonucu olarak da, ormanın doğa bütününü oluşturan diğer öğelerden üstün ve ayrıcalıklı olarak algılanmasına neden olmuş durumdadır. Bu hukuki ayrıcalık, ormancılık politikalarının, doğal ve yabanıl alanların tamamının üzerinde etkili olmasına neden oluyor.
6831 sayılı Orman Kanunu ve öncellerinin bu üstünlük ve ayrıcalıklarına rağmen, çok önemli ve belirleyici bir zayıflığı bulunmaktadır. Bu yasa, daha birinci maddesinde ormanı tanımlarken, “Madde 1 - Tabii olarak yetişen ve emekle yetiştirilen ağaç ve ağaççık toplulukları yerleriyle birlikte orman sayılır.” diyerek kendini sakatlamaktadır. Ormanı tanımlarken; odun hammaddesini üreten “ağaç ve ağaççık toplulukları” ve bir arazi parçası olarak “yerlerini” tanımlayarak, orman ekosisteminin, sonsuz sayıdaki canlı alt sistemini tanım dışı bırakmaktadır.
6831 Sayılı Orman Kanunu’nun bu zayıflığı, kendi mantığı içinde gerçekte bir zayıflık değil. Bu zayıflık gibi görünen durum, yukarıda da değinildiği gibi, yönetsel alandaki tüm yasal düzenlemelerdeki kalkınmacı yaklaşımın ortaya çıkardığı doğal bir sonuçtur. Yasanın hazırlandığı dönemde, orman ekosistemlerinin piyasalarda değişim değeri bulunan, parayla alınıp satılabilen iki öğesi var; odun hammaddesi olarak “ağaç ve ağaççıklar” ile toprak / arazi değeri olarak “yerleri”. 1956 yılında çıkarılan ve bugün yürürlükte olan bu kanundan önce uygulamada olan 1937 tarihli 3116 sayılı Orman Kanunu’nun birinci maddesi açıkça “herhangi bir çeşit orman hâsılatı veren ağaç ve ağaççıkların toplu halleri yerleri ile beraber orman sayılır. diyerek ürün vermeyen (ürün vermeyen canlı olmaz), satılabilir/ticari ürün vermeyen ağaç topluluklarını orman tanımı dışında tutmaktaydı.

Orman ekosistemi ve sonsuz sayıdaki canlı alt sisteminin sahip olduğu değerler sitemi, piyasalarda değişim değeri bulunan yanları dışında, belirleyici birçok değeri içerisinde barındırmaktadır.
Faydalı şeyler, varlıklar, öncelikle, özünde taşıdığı ve bize bağlı olmayan özellikleriyle, insanın değişik gereksinimlerini gideren şeylerdir. Bu gereksinim giderme durumu, karnımızı doyurmak olduğu gibi, hayali ya da psikolojik gereksinimlerimizi gidermek şeklinde de olabilir. Faydası olan her şey, birçok özelliklerin bir bütünüdür. Varlıkların değerlerinin bir kısmından bugün yararlanırken, bazı değerleri bugün henüz keşfedememiş olmamız, varlığın o değerinin var olmadığından değil, insanlığın onu bulamamış, henüz fark edememiş olmasındandır, kimi şeyleri fark etmeden de kullanırız. Mıknatısın demiri çekme özelliğinden, ancak kendisinin yardımıyla magnetik kutuplaşma keşfedildikten sonra, yararlanılmaya başlamıştır. Söz konusu doğa olduğunda; biz bugün bazı faydalarını kullanmak bakımından, magnetik kutuplaşmayı henüz keşfedememiş olabiliriz. Kullandığımız bazı faydaları da, ölçmüyor, ölçülemez ya da ölçmek istemiyor olabiliriz.
Kâr amaçlı üretim ve değişim yapılan, içinde yaşadığımız ekonomik sistemde; sanayici ürettiği ya da tüccar satın aldığı metaı normal bir kârla satarsa, amacına ulaşmış olur. Metaın ve alıcısının sonradan ne olacağı sanayici ya da tüccarı ilgi alanı dışındadır. Bu üretim ya da ticari faaliyetin doğa üzerinde yarattığı sonuçlar da, doğal olarak sanayici ya da tüccarın ilgi alanı dışında kalır. Ancak doğal varlıklar, doğadaki doğal oluşum süreçleri gereği, aynı anda birden fazla değeri bir arada oluştururlar. Faydası olan her şey, birçok özelliklerin bir bütünüdür. Kereste ya da mobilya yapmak amacıyla, ormandan bir ağacı keserken, emek harcayarak ve bu emeği harcayan işçiye bir ücret ödeyerek, değişim değeri kazanmış ve metaya dönüşmüş tomruğunu satabilirsiniz. Satıştan elde edilen para, sermaye sahibi için ticari olarak kabul edilebilir bir kâra da sahip olabilir. Ancak bu üretim ve satış işlemine konu olan, metalaşan yalnızca tomruktur. Tomruğu üretilip satılan ağacın ve onun bir parçası olduğu ormanın, doğanın; temiz ve kullanılabilir su oluşturma işlevi, toprağı tutma özelliği, havayı temizleme faydası, iklimi etkileme özelliği, yaban hayatına sağladığı barınma işlevi, oluşturduğu manzara, gölgesi ve bugün henüz keşfedemediğimiz “mıknatıs özelliği” benzeri ilerde yararlanabileceğimiz birçok faydası da ortadan kalkmış olur.
MÖ 500 – MS 500 arası yaşanan Grek uygarlığı döneminde, değişim amaçlı tarımın başlamasıyla, bu gelişmelerin başlangıcı olarak, insanın doğada neden olduğu dönüşümün şekli, köktenci bir şekilde (temel olarak) değişmeye başladı. İşte 2b sorunu da doğanın metalaştırılmaya başlamasıyla, tam da o tarihte başladı aslında. “Değişim olmadan, sermaye olmaz, değişim olmadan kullanım değeri kalır.”
Kullanım değerlerinin, değişim değerlerine dönüştürülerek şeylerin metalaştırıldığı ve değerlerinin piyasalarda para cinsinden ölçülebildiği, içinde yaşadığımız toplumsal yapıda, değişim değerinin şeylerin doğasında var olan, kendiliğinden bir değermiş gibi bir anlayış yaygın kanaat haline dönüşmüş, dönüştürülmeye çalışılmakta. Böylece, değişim değerinin şeylerin doğasında var olan değerdir, (yanlış)anlayışının yaygınlaştırılması aracılığıyla, kullanım değerlerimizin de yalnızca para cinsinden ölçülebilen değerler ifade ettiği genel kabul görmeye başlamıştır denilebilir. Böylece 2b’lerin de “değerlendirilmesi”nden söz edildiğinde, metalaştırılarak satışı anlaşılmakta. Oysa 2b’ler satış amacı dışında da, piyasalarda beş para etmeden de değerlendirilebilir.
Ülkemizde son yüzyılda yabanıl alanlar ve ormancılık yönetimi
1920’li yıllarda ulus devletin yeni kurulmasının ardından, genel olarak yaşanan millileştirme çabalarının ormancılıktaki yansımasının sonucu olarak, 1937’de çıkarılan 3116 sayılı Orman Kanunu ile ormancılık alanında “devlet ormancılığı” anlayışı başlatıldı. Bu kanun ile ilk kez yasal orman tanımı yapılmış ve teknik anlamda orman işletmeciliği de başlatılmış ve orman köylüsünün ormandan yararlanma (yararlanmanın sınırlanması da dâhil) şekilleri genel hukuki koşullarla düzenlenmiştir.
1930’ların sonunda dünyada liberal kapitalizmin yaşadığı kriz savaşla sonuçlanınca, ABD’de bile kısmen liberal uygulamaların dışına çıkma, ekonomide devlet kontrolü eğilimleri artmıştır. Buna bağlı olarak da Türkiye’de 1945 yılında çıkarılan 4785 sayılı yasa ile tüm ormanlar devletleştirildi. 1946 yılından itibaren 3116 sayılı yasa ile oluşturulan orman rejimine karşı tepkiler artmaya başlamış, ormancılık politik bir malzeme olarak kullanılmaya başlamış ve bu düzlemde orman köylüsünün ormandan yararlanma haklarına getirilen yasal kısıtlar öne çıkarılmıştır.
Bu gelişmeler sonucunda, 1950 yılında dört gün arayla çıkarılan iki ayrı kanunla (5658 ve 5653 sayılı kanunlar), 1945’te devletleştirilen ormanlar sahiplerine geri verilirken, bir yandan da makilik alanlar orman tanımının ve sınırlarının dışına çıkarılmıştır.
3116 sayılı orman kanununun kabul edildiği 1937 yılında cumhuriyetin ilanından beri başbakan olan İsmet İnönü istifa eder. Bunun ardından kurulan 1. Bayar hükümetinin programında, cumhuriyetin kuruluşundan beri ülke yöneticileri tarafından sıklıkla dile getirilen “Toprak Reformu” kavramı ilk defa bir hükümet programında yer alır ve aynı yıl, bu amaçla kamulaştırmaların yapılabilmesi için (3116’nın kabulünün ertesi günü) Anayasa’nın 74. maddesi de değiştirilir. Ancak yaklaşık on yıl sonra 1948’de kurulan 2. Saka hükümeti programında ve bundan sonra “Toprak Reformu” kavramı yerini “Tarım Reformu” kavramına bırakır. 2. Saka hükümeti programında aynı zamanda ekonomik kalkınma için dış kredi gerekliliği ve ABD’nin başlattığı Marshall Planı’ndan yararlanmak için çalışmaların sürdüğü de ifade edilmiştir. Marshall Planı’nın, kırsal alanlar ve kırsal kalkınma politikaları açısından, tarım reformu önlemleri arasında sayılabilecek tarımda makineleşmeyi sağlaması nedeniyle önemli olduğu bilinmektedir. Bununla beraber Marshall Planı’nın, dünya ticaretini teşvik etmek, Amerikan pazarlarının genişlemesini sağlamak ve kapitalist bir hegemonyayı sürdürmek için oluşturulan bir program olduğu da bilinmektedir. Yine 1947 yılında ABD tarafından, SSCB’nin nüfuz alanını genişletmesini önlemek amacıyla kurgulanan, Truman Doktrini doğrultusunda, Yunanistan ve Türkiye’ye toplam 400 milyon dolar askeri yardım yapılmıştır.
Burada “Toprak Reformu” kavramı ile “Tarım Reformu” kavramının arasındaki temel farkı vurgulamakta yarar var. Özellikle (1940’lı yılların Türkiye’si gibi) sanayileşmemiş toplumlarda, toprak zenginliği, ekonomik ve siyasal gücün temelini oluşturur ve toprak mülkiyet sistemi, toplumdaki sosyal sınıf yapılarını yansıtır. Toprak mülkiyetinde değişikliği ifade eden toprak reformu, geniş mülklerin kamulaştırılarak toprağı işleyenler arasında toprağın dağıtımını ve mülkiyetin geleneksel biçimlerini toprağı ekenlerin çıkarlarına dönüştürmeyi içerir. Kısaca, toprak mülkiyet yapısında topraksız çiftçi lehine bir değişimi gerektiren “Toprak Reformu” kavramı, geniş toprak mülkiyetinin, kamulaştırma yapılarak, elde edilen toprağın topraksız ve/veya az topraklı çiftçilere dağıtılması olarak tanımlanabilir.
Bu siyasi kararın uygulanıp uygulanamaması da çıkar gruplarının faaliyetlerine bağlı olacaktır. Bu çerçevede Türkiye’deki büyük toprak sahiplerinin faaliyeti baskın gelmiştir. Birleşmiş Milletler’e bağlı FAO ve ILO tarafından benimsenen tarım reformu, mülkiyet yapısında değişiklik yapmaksızın, tarım üretiminin düzenlenmesi ve üretim artışı sağlanması için tarımda makineleşmeyi, kredi imkânlarının sağlanmasını, pazarlama, sulama vb. konularda altyapı oluşturulmasını öngörür.
1950’li yıllarda yaşanan Amerika ile yakınlaşma ormancılık kesimine de yansımış, “teknik yardım” adı altında bu yıllarda Türkiye’ye yalnızca ormancılık alanında üst düzey 12 yabancı uzman gelmiş 350 ormancı teknik eleman çeşitli ülkelere “bilgi ve görgüsünü arttırmak üzere” gönderilmiştir. Bu girişimlerle, ağırlıklı olarak varolan/hazır doğal orman servetinin (odun hammaddesinin) dünya pazarlarına sunumu planlanmaya çalışılıyordu. Bu girişimlerin asıl meyvelerinin “dış kaynaklı projeler” adı altında 1960’lı yıllarda toplanmaya başlandığı bilinmektedir. 1950’li yıllardan itibaren birçok alanda olduğu gibi ormancı teknik elemanlarında yurtdışına gitmeleri, elbette bilgi ve deneyim kazanmalarını sağlamıştır. Ancak burada tartışılan; bu teknik elemanların kazanımları ve sübjektif iyiniyetleri dışında, projelerin amaçları, kapsamları ve sonuçlarıdır.
1940’lı yıllarda çıkarılan, zeytincilik, çay ve maki kanunları hukuki ve fiili orman sınırlarını daraltırken, toprak reformu hayata geçirilememiş ve tarım reformu haline dönüşmüştür. Toprak reformunun tarım reformu haline dönüşmesiyle de, ormandan çıkarılan alanlar, büyük toprak sahipleri, kereste tüccarları, müteahhitler ve şirketler diğer bir deyişle sermayenin (ve sermayedarlaştırılmaya başlayan büyük toprak sahipleri) eline geçmiştir.
8 Eylül 1956’da yeni bir temel yasa olan ve bugün de yürürlükte bulunan 6831 sayılı Orman Kanunu yürürlüğe girdi. Bu yasa ile hükümetler, açık ve kapalı pek çok “politik yatırım” olanağı elde ederken; eski orman sahipleri, kereste tüccarları, gözleri hala kamu arazilerinde olan toprak ağaları, kıyı yağmacıları hep gözetilmiştir. Yeni yasanın yürürlüğe girmesiyle ilk iki yılda (1957-58) yaklaşık 100.000 hektar, takibeden “Milli Birlik Hükümeti” döneminin ilk iki yılında da (1960-61) yaklaşık 200.000 hektar alan maki, zeytinlik vb. gerekçelerle orman dışına çıkarılmıştır. 6831’in orman köylüsünün çıkarına yönelik olduğu iddia edilen maddelerinin uygulamasında ise dağ fare doğurmuştur.
27 Mayıs 1960’ta gerçekleşen askeri darbe sonrasında; planlı döneme geçilmesiyle birlikte, o güne kadar uygulanan “tarımsal kalkınma” politikalarının adı, “kırsal kalkınma” politikaları olarak değişmiştir. 1960’lardan itibaren, o tarihe kadar ormanca fakir bir ülke olan Türkiye’nin “orman zenginliği” başta FAO ve Dünya bankası olmak üzere “batının” dikkatini çekmeye başlamıştır. Böylece orman ürünlerine dayalı kitle üretimi yapılabilecek, kaba ve emek yoğun bir alan olan, orman ürünleri endüstrisi alanında dış kaynaklı projeler oluşturulmaya başlanmıştır. Bu projelerle kitlesel üretim ve tüketim öngörülmüştür. Bu uygulama ormanda teknik olarak birçok yaralar açarken, bir yandan da, o yıllarda İ.Ü. Orman Fakültesinin uyardığı gibi ormanlarımızı yıkıma götürmüştür. Bu kapsamda 1960-80 arası 5 proje uygulanmıştır (bu güne kadar yaklaşık 25 proje uygulanmış, 10 proje de yürütülmektedir).
Bu projelerle odun kökenli orman ürünleri üretiminin önce 20 milyon m3’e ve zamanla artarak 2020’de 50 milyon m3’e çıkması öngörülüyordu. Bu doğrultuda 1980 yılında 23 milyon m3 üretim yapıldı. Oysa o tarihte, Türkiye ormanlarının verim gücü gerçekte 16 milyon m3 civarında idi. Ormancılık çevrelerinde “Antalya Projesi” diye bilinen Dünya bankası projesiyle, kızılçam ormanlarının idare süresi 20 yıl kısaltılarak, 20 yılda kesilebilecek ağaç miktarının bir ya da birkaç yılda kesilmesinin “projesi” hayata geçirildi. Bugün Türkiye ormanlarından yapılan odun hammaddesi üretimi 10 milyon m3’lere kadar gerilemiştir.
Planlı döneme geçilmesiyle kullanılan kırsal kalkınma kavramının yerine 1968-72 yılların kapsayan II. Beş Yıllık Kalkınma Planı ile “küçük toplum birimlerinde teşebbüs gücünün geliştirilmesi” kavramı ile küçük toplum birimlerinde “girişimciliği” destekleyen politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Bu çerçevede hükümet programlarında köylünün arazi satın alması için kredilendirilmesinden söz edilir oldu. Aynı dönemde ormancılık alanı dışında da, kalkınma planlarında yeri bulunmayan ama uygulamaya geçirilen Dünya Bankası, vb. dış kaynaklı “bütünleşik kırsal kalkınma” projeleri yürütüldü.
50’li yıllarda uygulanan politikalar hem sanayiye yatırım yapabilecek bir özel kesimi, hem de nüfus artışı ve tarımda makineleşme sonucunda köyden kente göçün yarattığı bir işgücünü (işsiz gücünü) ortaya çıkardı. Bununla birlikte kentlere hızlı göç, kent toprağı kıtlığını arttırdı. Yalnızca ekonomik ölçütler düşünülerek (toplumsal ve doğal çevre düşünülmeden) teşvik edilen sanayi, “optimal” olarak üç – beş büyük kentte toplandı. Bu gelişme sanayinin toplandığı kentlerde arsa (kent toprağı) kıtlığını azdırdı. Kentlerdeki arsa kıtlığından kaynaklanan spekülatif kazanç, sermayedarlar için sanayiye yatırım yapmaktan daha karlı hale gelince, büyük kentlerde kamusal arazilerin (yakınlardaki ormanlar, meralar vb. doğal ve yabanıl alanlar) gasp edilmesi hızlandı. Böylece, kentlerde rantiyeci ve arsa spekülatörü bir toplumsal katman gittikçe palazlandı. Bu rantiyeci, arsa spekülatörleri her türlü kamu arazisi gibi orman alanlarını da işgal ederek, kırsaldan göçen işsiz işgücüne gecekondu arazisi olarak “uygun fiyatlarla” pazarladılar.
Planlı Dönem
27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan darbe ile Anayasa değiştiriliyor. Bu dönemde, yukarıda da değinildiği gibi; toprak reformu politikalarının yerine geçen, tarımsal kalkınma politikalarının adı da kırsal kalkınma politikaları olarak değişti, Türkiye’nin “orman zenginliği”  “batının” dikkatini çekmeye başladı ve bu doğrultuda dış kaynaklı projeler oluşturulmaya başlandı. Kırsal kalkınma kavramının yerine de “küçük toplum birimlerinde teşebbüs gücünün geliştirilmesi” kavramı uygulanmaya başlandı, teşebbüs gücü geliştirilen küçük bir kesim, toplumun geri kalanından farklılaşarak hızla zenginleşti, holdingler ortaya çıkmaya başladı,  kentlere hızlı göç, kent toprağı kıtlığını arttırdı, böylece, kentlerde rantiyeci ve arsa spekülatörü bir toplumsal katman gittikçe palazlandı.
12 Mart döneminde 60’lı yılların ikinci yarısında hükümet programlarında yer alan, köylüye kamu arazilerinin dağıtılması anlayışı uygulamada kısmen de olsa yer buldu. Yani köylüye, büyük toprak sahiplerinin arazileri değil, hazine mülkiyetindeki doğal ve yabanıl alanlar (ormandan çıkarılan alanlar, kurutulan sulak alanlar vb.), tarım yapmak üzere dağıtıldı. Aynı dönemde, kırdan kente göçün hızlanması, büyük kentlerdeki arazi kıtlığını da arttırmıştı. Bu günlerde, gazetelerin arka sayfalarında küçük bir haber yayınlandı.
  • 21.06.1973, Milliyet, (SAYFA 9)
“ORMAN KANUNUNU DEĞİŞTİREN TASARI KESİNLEŞTİ.”
Gazetelerin arka sayfalarında yer alan bu kanun değişikliği, başta ülke ormanları olmak üzere, orman – halk ilişkileri ile tüm doğal ve yabanıl alanların kırk yıldır kangren olmuş yarası olan “2/B KANUNU”  idi. Bu kanun, 17.04.1970 tarih ve 1255 Sayılı Kanunla 1961 Anayasası’nda yapılan değişikliğin uygulanması amacıyla çıkarılmıştı. Bu kanun 1973 yılında yayınlanmasına rağmen, kapsamı 15.10.1961 gününden önce “bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş” yerleri kapsıyordu. 1744 sayılı bu yasanın 2. maddesinde orman dışına çıkarılan taşınmazlardan tapulu olanlar sahiplerine bırakılacaktır.
Orman sınırlarının daraltılmasına yönelik her düzenleme, orman köylüsünden gelen ve toprak talebi içeren toplumsal baskıya dayandırılır. Orman köylüsü, geçimini ormancılık işlerinden sağlar ve orman toprağının tarıma uygun olmadığını en iyi orman köylüsü bilir. Orman köylüsünün ormandan toprak talebi genel olarak gerçeği yansıtmaz. Ayrıca, orman köylüsünün turizm ve endüstriyel yatırım yapacak ekonomik gücü de yoktur. Bu durumda, orman sınırlarının daraltılması baskısı, ormanları yatırımları için ucuz hatta bedelsiz arazi kaynağı olarak gören “müteşebbis” sermaye çevrelerinden gelmektedir.
Üç yıldan kısa süren 12 Mart döneminde, yönetimde üç farklı “partiler üstü” hükümet bulundu. Tarım ve ormancılık alanında da aynı sıklıkta değişik hedefler ortaya kondu. Bu alanda çıkarılan reform iddiasındaki yasalar, daha sonra Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildi. Türkiye, Seçimlerin ardından Ocak 1974’te kurulan CHP – MSP koalisyonu ile birlikte, 12 Eylül 1980’e kadar, toplam yedi hükümet gördü. “Milliyetçi Cephe” (MC) hükümetlerinin belirleyici olduğu bu dönemde, kırsal alan ve ormancılık politikalarını da, Dünya Bankası projeleri belirledi. Dünya Bankası kırsal kalkınma projeleri; genel olarak tarımsal üretimin arttırılması yanında, pazarlama, ticaret, stoklama, taşımacılık, kredi, altyapı, sosyal hizmetler ve eğlence sektörlerini de, bütünleşik kırsal kalkınma projelerinde yer verilmesi gereken hususlar olarak görüyordu. 10 yıllık 70’li yıllar döneminde, 10 farklı hükümet nedeniyle genelde yaşanan istikrarsızlık, tarım ve ormancılık alanında da görüldü.
1970’li yılların sonu 80’li yılların başında dünya’da belirleyici hale gelmeye başlayan neoliberal görüşler IMF ve Dünya Bankası’nın (DB) aracılığıyla yaygınlık kazandı. 12 Kasım 1979’da kurulan 3. MC Hükümetinin Başbakanı Demirel, Başbakanlık ve DPT müsteşarlığına, DB’nda çalışan, Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) sözcülüğünü yapan Turgut Özal’ı atadı. Özal’ın IMF ve DB ile danışma içinde hazırladığı “istikrar Programı” 24 Ocak 1980’de uygulamaya konuldu. 24 Ocak kararları karşıtı toplumsal tepki İzmir gibi kentlerde barikat savaşlarına dönüştü. Siyasal kriz, 12 Eylül 1980 askeri yönetimi ile “sonlandı”. Bülent Ulusu başkanlığında kurulan “Hükümette” Turgut Özal başbakan yardımcılığına getirildi ve 24 Ocak kararları daha sert biçimde uygulamaya devam edildi. 6 Kasım 1983 tarihinde yapılan göstermelik seçimi Turgut Özal’ın başkanı olduğu ANAP kazandı. Başbakan Özal, 12 Eylül’ün şiddet yöntemleri desteğinde 24 Ocak kararlarını tamamlayarak Türkiye’yi dünya pazarına açtı.
80 yılı sonrası, Türkiye’de tarım sektöründe koruyucu ve düzenleyici devlet tavrı değişerek tarım üretiminde piyasa koşullarının hâkim olacağı bir politika değişikliği gerçekleşti. Bu politika değişikliği IMF ve DB programlarıyla başlayıp 90’lı yıllarda Dünyü Ticaret Örgütü (DTÖ) normları aracılığıyla devam etti. Kırsal alan yönetimiyle ilgili yıllardır uygulanan politikalar, bir türlü uygulanamayan “toprak reformunun” artık sözü bile edilmez hale gelmesi, 12 Eylül’ün şiddetiyle birleşince, feodal yapının hala baskın olduğu Kürt illerinde, bu faktörleri etnik argümanlarla da birleştirerek güçlenen PKK’yi, ülkenin önemli bir siyasal gücü haline getirdi. Diğer faktörlerle birlikte bu bölgede yaşanan savaş, büyük kentlere göçü adeta bir sele dönüştürdü.
12 Eylül’le birlikte değişen Anayasa’da ormancılıkla ilgili hükümler de Anayasa’nın ruhuna ve 24 Ocak Kararları’na uygun olarak değişti. Bu anayasada 2 / B ile orman dışına çıkarılacak alanların, orman niteliğini kaybet(iril)me tarihsel sınırı, 15.10.1961’den 31.12.1981’e alındı. 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesi de anayasa değişikliğe paralel olarak, 23.09.1983 tarihli 2896 sayılı yasa ile değiştirildi. 2/B uygulaması 1973 yılında başlamış ise de, 1983’te çıkan bu kanun ile 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesinin B bendinde ifade bulduğu için “2 / B” ismini bu tarihte almıştır. 1986 yılında çıkarılan 3302 sayılı yasa ile de 2/B uygulamasının, ormanlar üzerindeki yıkıcı etkisini felaket haline getirecek bir değişiklik yapıldı. Bu değişiklikle, 2/B olarak ayrılacak alanların “su ve toprak rejimine zarar vermeyen, orman bütünlüğünü bozmayan” alanlar olması ölçütü kaldırıldı.
NE OLUYOR?
80’li yıllardan itibaren azgelişmiş/gelişmekte olan ülkelerde, kırsal alan yönetimi ve kırsal kalkınma politikaları, uluslararası kurumlar ve çok uluslu şirketler belirleyiciliklerini arttırdılar. Uluslararası kurumlar koşullu krediler ve birliğe üye olmanın ön koşulları ile politikaları belirlediler. Çok uluslu şirketlerin etkileri, faaliyette bulundukları ülkeleri tarımsal üretim araçları (tohum, gübre, zirai ilaç vb.) açısından kendilerine bağımlı kılmaları, uluslararası kurumlar politikalarının etkisiyle rekabete dayanamayan yerli üretim plantasyonlarının kapanması sonucu insanların işsiz kalmaları, bu şirketlerin ucuz işgücü kaynağı olarak kadın ve çocuklardan yararlanması şeklinde görülmektedir.
Bu yeni dönemde yöneten ve yönetilenin olmadığı iddia edilen ve yönetime göre daha demokratik olduğu iddia edilen “yönetişim” kavramı oluşturuldu. Bu kavramın oluşturucularına göre, iktidar; özel sektör ve STK’larla paylaşıldığı için “katılımcı” bir modeldir. Katılım ilkesi ön plana çıkarılarak sanki yöneten halkmış gibi bir izlenim verilmek istenmekte ve böylece STK’ların yer aldığı projeler için politikayı belirleyen ve uygulama kredisini verenin uluslararası kurumlar olduğu ve bu kurumlar tarafından çizilen bir çerçeve içinde hareket edebilen bir “katılım”ın demokratik olamayacağı gizlenmeye çalışılmaktadır. Yönetişim yalnızca teknik bir iş değil, iktidarın dönüşümünün bir gereği olarak, kamu çıkarı, vatandaşlık, gibi unsurların özel sektör lehine piyasa için anlamını yitirmesini, bu kavramların yerini piyasa ve müşterinin almasını ifade etmektedir. Dolayısıyla yönetişimin, sadece özel sektör ve toplumun büyük bir kısmını temsil etmeyen STK’lardan oluşan bir yönetme tarzı olarak, iddia edildiği gibi kapsayıcı ve demokratik bir yöntem olmadığı açıktır. Buna paralel olarak toplumun büyük kısmını temsil eden sendikaların ve diğer Demokratik Kitle Örgütlerinin (DKÖ) hantal birer demokratik kuruma dönüştüğü, üyelerinin çıkarlarını korumadığı, örgütlü mücadelenin iflas ettiği, ama bireysel çabalarla kurtuluşun mümkün olduğu inancı yaygınlaştırılmaya çalışılarak DKÖ’lerin yerini STK’ların almasına çalışıldı (bu çabanın başarısız olduğu da söylenemez). Yönetişim kavramının oluşturucularının bu çabalarının ormancılık alanındaki yansıması olarak da; DKÖ kimliğinden sıyrılarak, STK’laşmaya çalışan kimi ormancılık meslek örgütleri, orman köylülerinin kooperatif örgütleri bile işlevlerini orman rantından alabildiğince fazla pay kapma mücadelesine indirgeyebilmiş, üyelerini sosyal güvenliğe, grevli toplusözleşmeli sendikal haklara kavuşturma mücadelesini, gündemlerinden çıkarabilmişlerdir.
Türkiye gıda üretimi bakımından, kendine yeten 7 ülkeden biri iken, 80’lerden itibaren, başta buğday olmak üzere, gıda ve tarım ürünleri satın alan bir ülkeye dönüştü. 2010 yılına gelindiğinde Türkiye,  dünyanın en pahalı etinin tüketildiği ülke oldu.
Aynı dönemde ormancılık alanında özelleştirmeci uygulamalarla, “devlet ormanı” sayılan alanlardan ormancılık dışı amaçlarla, özel kişi ve kurumların yararlanması uygulamalarının kapsamı giderek genişletildi. Turizmi Teşvik Kanunu’yla turizm alan ve merkezi ilan edilen yerlerdeki hazine arazileri ve ormanlar turizm yatırımcılarına tahsis edilmeye başlandı. Bu olanakların kullanma biçimi ve sonuçları, İstanbul çevresindeki ormanlarda büyük sermaye gruplarının vakıf üniversitelerine tahsis edilen ormanlarla, Ege ve Akdeniz kıyılarındaki ormanlardaki turizm tesislerinde açıklıkla görülmektedir. Özel ormanlarda yapılaşmaya izin veren yasal düzenlemeler de bu dönemde yapıldı (alanın %6’sına kadar izin veren bu değişiklik, Orman Bakanlığı müfettiş raporlarına göre, %96 olarak uygulandı).
Maden Kanunu ve madencilikle ilgili diğer mevzuat ile ormancılık mevzuatının ilgili bölümlerinde yapılan değişikliklerle orman alanlarında ormancılık dışı bir faaliyet konusunun daha kapsamı her geçen gün genişletilirken, özellikle bazı madencilik faaliyetlerinin yalnızca mevcut orman ekosistemini tahrip etmekle kalmadığı, yakın çevresinde de geri dönülmez tahribatlara neden olduğu bilinmektedir.
Bunların sonucunda plansız ve düzensiz “büyümesini” sürdüren İstanbul’da, 1950’li yıllardan itibaren rantiyeci, arsa spekülatörleri tarafından (o zaman kentin uzak köşeleri olan) hazine ve orman arazilerinden işgal edilerek gecekonduculara pazarlanan araziler de, kentin merkezi yerleri olmaya başladı. Ancak bu alanların altyapısı ve sosyal donatıları yetersizdi. İşte “Türkiye’ye özgü kentsel dönüşüm” kavramı da bu dönemde keşfedildi.
80’lere damgasını vuran Özal ve ANAP dönemi sona ererken yaklaşık 10 yıl süren yeni bir koalisyonlar dönemi yaşandı. Bu dönemde de piyasalaştırmacı politikaların, her alanda olduğu gibi kırsal alan ve ormancılık yönetimi konularında da kapsamı giderek genişledi. Bu dönemin kırsal alan politikalarına damgasını vuran uygulama “doğrudan gelir desteği” uygulamasıdır. Daha önce uygulanan tarımsal destekler üretime bağlı olarak verilmekte iken, DB ve DTÖ’nün kredi koşulları ile dikte edilen doğrudan gelir desteği, mülkiyet esas alınarak yapıldığından, üretici çiftçinin değil mülk sahiplerinin desteklenmesi şeklinde bir uygulamadır. Aynı dönemde üretici çiftçiye üretime bağlı destek sağlayan Tarım Satış Kooperatifleri de, özerkleştirme adı altında, devletten özerkleştirilirken, uluslararası kurumlara bağımlı hale getirilmişlerdir. Bu dönemin tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi politikasının ormancılık alanındaki yansıması olarak, Orman Ürünleri Sanayi Kurumu da özelleştirildi. Bu dönemin ormancılık alanındaki özelleştirme politikalarından, kısa dönemde etkileri fazla dikkat çekmeyen, ancak uzun vadede en tehlikelilerinden biri de ormancılık hizmetlerinin özelleştirilmesinin hız kazanmasıdır.
Avrupa Birliğine Uyum Dönemi
3 Kasım 2002 Genel Seçimlerinde AKP'nin tek başına iktidara gelmesinden sonra, Türkiye’de 2000’li yılların politikalarını belirleyen AKP dönemi başladı.
2000’li yıllar Türkiye’de kırsal alan yönetiminde AB’den politika transferi dönemi olarak adlandırılabilir. Transfer edilen AB politikaları gibi Ulusal Programlarda da “bütüncül yaklaşım” kavramı ile kırsal alanların ekolojik değil ekonomik bir bütün olduğu kabul edilmektedir. Bu politikayı uygulama, izleme ve denetleme görevi de; özel hukuk tüzel kişileri(yani şirketler), gerçek kişiler ve STK’lara devredilmiştir. Bu dönemde kurulan ve kırsal alan yönetimi konusunda görevleri de bulunan, konumu tartışmalı ve önemli bir yapı da “kalkınma ajanslarıdır”.
AKP, henüz iktidarının ilk aylarında “orman” sayılmayan yerleri herkese satabilmek, devlet orman işletmeciliği düzenini özelleştirmek amacıyla Anayasayı değiştirme girişiminde bulundu.
Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı’nın onay vermemesi nedeniyle bu girişim başarılı olamamıştır. Olamamıştır, ama kamuoyunda “2B arazileri” olarak anılan bu yerleri satılması sürekli olarak gündemde tutuldu, dahası, hazırlanan yeni anayasa taslağında bu doğrultudaki uygulamaların kapsamını daha da genişletecek yaptırımlara yer verilmiştir. Ergun Özbudun ve arkadaşlarınca hazırlanıp kamuoyuna açıklanan Anayasa Taslağında, başta 2 / B tarih sınırının 23.07.2007 (12 Eylül Anayasası ile 1961’den 31.2.1981’e çekilen) tarihine çekilmesi olmak üzere ormanların yıkımına neden olacak birçok değişiklik öneriliyordu.
2003 yılında çıkarılan 4999 sayılı yasayla Orman Kanunu’nun başta 1. maddesi olmak üzere toplam 13 maddesini değiştirilerek, bazı orman ağaçlarının “orman” sayılmamasını ve köy muhtarlarının gözetiminde kesilebilmesini sağlamıştır. Milli Parklar Kanunu ile ayrılmış yerlerin yirmidokuz yıllığına kiralanabilmesini olanaklı kılındı.
2004 yılında çıkarılan 5192 sayılı yasayla Orman Kanunu’nun bu kez başta 17. maddesi olmak 3 maddesini değiştirerek bir yeni ek madde, bir de geçici madde getirerek “devlet ormanı” sayılan alanlarda 49 yıllığına izin verilebilecek ormancılık dışı uygulamaların kapsamı genişletildi.
2004 yılında çıkarılan 5177 sayılı yasayla 3213 sayılı Maden Kanunu’nun 7. maddesindeki bir düzenleme ile Orman mevzuatının birçok yeri değiştirilerek koruma altına alınmış öteki alanların yanı sıra orman, muhafaza ormanı, ağaçlandırma, milli park, tabiat parkı, tabiat anıtı, tabiatı koruma alanlarında da madencilik etkinliklerine izin verilmesini sağlamıştır. Bu kanun daha sonra Anaysa Mahkemesince iptal edilmişse de 2010 yılında Maden Kanunu’nu baştan sona yenileyerek 5177 sayılı yasanın genişletilmiş olarak uygulamaya geçmesi sağlandı.
2003 ve 2009 2012 yıllarında Ağaçlandırma Yönetmeliği yeniden düzenlenerek “özel orman statüsünde” orman yetiştirmek isteyen özel ve kamu kişi, kurum ve kuruluşlara “devlet ormanı” sayılan arazi tahsis etme uygulamalarının kapsamı genişletildi.
2009 yılında çıkarılan 5831 Sayılı “Tapu Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”la 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yanı sıra 6831 sayılı yasanın orman kadastrosu çalışmalarıyla ilgili kimi maddeleri değiştirildi. Böylece 2/B arazilerinin fiili kullanım durumlarına göre “ifraz ve/veya tevhidinin” yapılabilir oldu.
1 Ağustos 2010 tarihinde de 6009 sayılı “Gelir Vergisi Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un yürürlüğe girmesiyle de 2/B arazilerinin satışı ve/veya belediyelere devrinin yasal zemini oluşturuldu.
Bu dönemde yayınlan sayısız tamim, tebliğ vb. ile temel ormancılık çalışmalarının özelleştirilmesine yeni boyutlar kazandırmış oldu. 
8 Temmuz 2006’da 5531 sayılı “Orman Mühendisliği, Orman Endüstri Mühendisliği ve Ağaç İşleri Endüstri Mühendisliği Hakkında Kanun”unu da çıkarılarak temel ormancılık çalışmalarının özelleştirilmesi için gerekli alt yapı büyük ölçüde pekiştirildi.
Özet olarak bu dönemde “devlet ormanı” sayılan alanlar, girişimci sermayedarlar tarafından ormancılık dışı her türlü yatırımın serbestçe yapılabildiği alanlar haline dönüştürüldü. 
NE OLACAK?
Ne olacak ya da ne yapmalı sorusu genellikle yanıtlanması en zor sorudur.
Türkiye’nin birçok sorunu gibi 2b sorunu da, Türkiye’nin kırsal alan yönetimi ve ormancılık politikaları ile büyük kentlerde ucuz işgücü oluşturmak ve sermayenin bitmeyen krizlerine doğal alanları metalaştırarak kaynak oluşturmak gibi politik temelli sorunlardır.  Sorunu kaynağı teknik değil, politik olduğu için politik düzlemde çözüm yolları aranmalıdır. 
Politik düzlemde çözüm yolları ararken, politik alternatifleri de üretip hatta uygulamak doğru olacaktır.
Bu gibi çalışmalardan ormancılık alanında bugünden yarına hayata geçirilebilecek olanları bulunmaktadır.
Öncelikle 2b sorunu özelinde;
Önce Anayasanın 169. maddesi ile 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesinin “2b” uygulamalarına dayanak olan maddeleri yürürlükten kaldırılabilir;
“2b arazilerinin” kamu yararına değerlendirilebilmesi için gerekli ekolojik, ekonomik, toplumsal araştırmalar yapılabilir;
“Devlet Ormanı” sayılan yerleri “ikibelik” durumuna getirenler ile bu süreci çeşitli yollarla kolaylaştıran, hızlandıran ve yaygınlaştıran ya da görmezden gelinen belediye, orman işletmesi vb birimlerdeki her düzeyde sorumlu yöneticilerin “bu saatten sonra da olsa” cezalandırılmaları sağlanabilir;
 “2b” sorunun çözümlenmediği; dahası, çeşitli ekolojik, ekonomik, toplumsal sorunların yaşanabileceği son derece karmaşık bir sürece girdiği gerçeği tüm boyutlarıyla kamuoyuna anlatılabilir; uygulamalar yakından izlenerek söz konusu sorunlar sergilenebilir. Uygulamalardan hareketle 6292 sayılı yasanın özellikle “2a” uygulamalarını düzenleyen maddelerinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulabilir; “2b arazileri” için belirlenecek fiyatlara itiraz hakkının olmaması gibi antidemokratik düzenlemeleri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınabilir.
Genel olarak ormancılık alanında;
Bu çalışmalar kapsamında; ülkemizin neresinde, ne denli geniş bir alanda, hangi amaçlarla ormancılık yapılması gerektiği; bu bir yana, şimdilerde “orman” sayılan alanlarının hangi amaçlarla yönetilmesinin zorunlu olduğu ortaya konulabilir.
Neredeyse tamamı orman köylüleri olan, ağaç kesme, tomruklama ve taşıma işlerinde çalıştırılanların grevli, toplu sözleşmeli sendikal hakka ve toplumsal güvenceye kavuşturulması için çaba harcamak. Bununla beraber orman köylülerinin sürünerek yaşamalarını sürdürmeleri yerine kalkınmalarına gerçekten de katkıda bulunabilecek projelerin uygulanması; bu kapsamda da demokratik köy kalkındırma kooperatiflerinin yaygınlaştırılması sağlanabilir.
Kırsal alan yönetimi ve ormancılığımızın önceliklerinin değiştirilmesine, onlarca uzmanın emeğinin savurganlığına, vb. yol açan ve çoğunluğu da uygulanamayan dış destekli “ulusal” plan, program ve projeler yerine yerel düzeyde çok boyutlu dinamik plan ve programların yapılarak hayata geçirilebilir.
“Orman” sayılan alanlardaki her türlü yabanıl bitki ve hayvan varlığının ortaya konulması, süreç içindeki değişmelerinin izlenmesi; orman ekosistemleri ve ormancılık çalışmaları ile ilgili hukuksal düzenlemeler arasındaki çelişkilerin, kamu yararını öne çıkaracak doğrultuda giderilmesi; başta yeniden orman yetiştirme ve “orman rehabilitasyonu” olmak üzere her türlü ormancılık çalışmasının çevresel etki değerlendirmesinin yapılması; Orman Genel Müdürlüğü’nün her biriminde karar süreçlerinin demokratikleştirilmesi; gibi çalışmalar hayata geçirilebilir.
Kırların ve kentlerin sorunlarının birbirini etkilediği unutulmadan, bu alanlarda yaşayan insanların da gereksinimi doğrultusunda ve buralarda yaşayan halkın görüşleri de alınarak alternatif uygulamaları hayata geçirmek mümkündür. Bu uygulamalar bir yandan kente aşırı göçün hızını sınırlamaya katkıda bulunurken, bu etkisinden daha önemli olarak, halkın görüşleri alınarak uygulandığı için yönetimler üzerinde demokratik bir baskı oluşturacak ve bu yanıyla sorunların çözümünde daha da etkili olacaktır.

KAYNAKÇA:
Alpkaya, Gökçen Ve Alpkaya, Faruk, 2004 “20. Yüzyıl Dünya ve Türkiye Tarihi.” Tarih Vakfı yayını.
Çağlar Yücel “İkibe” Böyle Mi Uygulanacaktı?  (Yayınlanmamış)
Çağlar Yücel2Bcilestirebildiklerimizden misiniz?”, 2012 Yayınlayan TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası.
Çağlar, Yücel. 2008 “AKP Ormanlarımızdan Ne İstiyor” Yayınlanmamış.
Çağlar, Yücel. 2001 “Ormanlarımız ve Ormanlarımız Neden, Kimler İçin, Nasıl Özelleştiriliyor?” Orkam – Sen, Eğitim Yayınları – 3
Engels, Friedrich. (2010) “Doğanın Diyalektiği” 9. Baskı. Sol Yayınları
Günay, Turhan. 2003 “Ormancılığımızın Tarihçesine Kısa Bir Bakış” Tarımorkam – Sen Yayını.
Kafaoğlu, Arslan Başer 1986 “İşte Alternatif. Demokratik Planlı Kalkınma.” 2. Baskı. Alan Yayıncılık
Kayıkçı, Sabrina 2009 “Türkiye’de Kırsal Alan Yönetimi.” Sosyal Araştırmalar Vakfı, Küreselleşme Dizisi 10
Kaya, Başak Sözcü gazetesi 19.11.2010 “Çiftçiyi batırdılar” Çiftçi Sen. Konfederasyonu Genel Başk. Abdullah Aysu ile röportaj.
Marx, Karl. (1974) “Kapital, Birinci cilt, Birinci Kitap” 2. Baskı. Odak Yayınevi.
Marx, Karl. (1979) “Grundrisse”, 1. Baskı. Birikim Yayınları.
Sander, Oral. (2010) “Siyasi Tarih, İlkçağlardan 1918’e.” 20. Baskı. İmge Kitabevi
TOD, 1951 “Yeşil Kitap. Orman Davamız.” (2005 tarihli “tıpkıbasım” ikinci baskıdan yararlanılmıştır.) TOD Yayını. Eğitim Dizisi:1
TOD, 1987 “Cumhuriyet Dönemi Ormancılığımızda 3116 Sayılı Yasa ve Sonrası” içinde; Ayanoğlu, Sedat “3116 Sayılı Orman Kanunu ve Sonrası.”
Yılmaz, Gaye. 2009 “Suyun Metalaşması”. 1. Basım. Sosyal Araştırmalar Vakfı yayını.